5 Ocak 2012 Perşembe

Oda.

orada öylece duruyorduk.

sadece o ve ben. 


beyaz çarşaflı bir yer yatağı.

yataktan başka eşyası olmayan bu odayı pencereden içeri süzülen bahar güneşi ısıtıyordu. 
suskunduk ikimizde. ama benim içimde korkularım konuşuyordu. onunsa hayal kırıklıklarının konuştuğunu düşünüyordum.


şu bitmek bilmeyen suçluluk hissi...


ne kadar da hüzne boğuyordu beni.

hayallerimiz böyle değildi halbuki. zaten hayallerim hiçbir zaman gerçekleşmezdi ki. kendimi daha iyi hissetmem için ya da ne bileyim karşımdaki insanlara kendimden bahsetmek için kullandığım cümlelerdi onlar sadece. benim bile inanarak kurmadığım cümleler çoğu zaman. 'Hayatımın farklı olmasını isterdim.' diyen insanlardır zaten büyük hayalleri olanlar. Elde edemedikleri şeyleri zihinlerinde canlandırırlar. adına da ''hayal'' deriz işte. Her şeyin bir adı olmak zorundadır çünkü.
tek başıma hayal kurmaktan yorulduğum için olacak sanırım, onunla hayal kurmak evrendeki en güzel şey gibi geliyordu bu odaya kapandığımızdan beri. çünkü o bunları gerçekten inanarak anlatırdı bana. hiç şüphesi olmadan. 'yapacağız, hepsini gerçekleştireceğiz canım.' derdi hep. o an içimi sıcaklık kaplardı. hayallerine inanması mıydı beni bu denli ona hayran bırakan? izlediğim filmlerdeki o kusursuz mutluluğu bana verecek gibi yaşıyordum onun her anını.

bazen öyle anlar oluyordu ki bu odada, o an birilerinin bizi fotoğraflamasını istiyordum. filmden çekip çıkarılmış o iki kusursuz aşığın dondurulmuş sahnelerine imrenerek bakan ben değil miydim oysa ki? ruhumu doyurmak için yapıyordum bunu belki. ama artık ruhumu O doyuruyordu. hem de öyle bir doyurmak ki bu uzun bi süre üşengeçliğimden bir şey yememişim de annemin sofrayı donatmasını beklemişim gibi.

***

izoleydik işte.

tüm o kalabalıktan uzak. 

kimse göremiyordu bizi. istediğimiz kadar öpüşebilirdik. uzunluğunu biz belirliyorduk, çevredeki gözler değil. utandığımızdan mı onların belirlemesine izin veriyorduk peki bu süreci bu ikimize ait olan odadan önce öpüştüğümüz ortamlarda? ahlak kuralları yüzünden mi öpüşmüyorduk istediğimiz uzunlukta? yoksa o bütün insanların yaydıkları dalgalar birbirimize engel olduğu için mi sevmiyorduk onlar varken doya doya öpüşmeyi?
   bu odada yaşamayı seviyordum çünkü bu odada sadece ikimizin yaydığı dalgalar vardı. onlar da konuşuyor, onlar da öpüşüyor, onlar da sevişiyorlardı. benim tenimdeki her noktanın onun tenindeki her noktayla birleşmesi gibi benim yaydığım bütün dalgalar onun yaydığı bütün dalgaları buluyordu. böylece o her şeyiyle benim oluyordu. iç organlarına bile sahip olmak istiyordum. ben zaten hep sahiplenmek istemez miydim bir şeyleri? otobüste oturduğum koltuğu bile sahiplenmez miydim ben? her sabah bindiğim o otobüste benden önce birisi oturmuşsa eğer o koltuğua iç geçirmez miydim? kalkmasını beklemez miydim? her durakta kalkıp kalkmadığını kontrol etmez miydim o kişinin? basit bir koltuğu bile bu derece sahiplenen ben, söz konusu O olunca nasıl istemezdim ki sahiplenmek?  İnsanlar hep aşık olduğun insanı sahiplenmemekten söz ederler dururlar. Karşındakini korkutmakmış bu, çabuk gitmesine sebep olurmuş. Oysa düşünüldüğünde her insan sahiplenilmeyi sever. ama bu eylemin kimin tarafından yapıldığı önemlidir onlar için. eğer deli gibi sevdikleri bir adam tarafından sahiplenilmiş ise bi kadın bu onu o adama daha çok bağlar belki. ama eğer aşık olmadığı biri tarafından sahiplenirse, kadın bunu itici bulacaktır. Ne var ki aşk adil değildir, hep bir taraf daha çok sever. bu yüzden aşık olduğumuz kişi bizi sahiplenmezken, aşık olmadığımız kişiler bizi sahiplenmek ister hep. bu yüzden hayatımızdan çıkartıp atarız zaten onları.

**

benim zihnim bunlarla meşgulken o nelerle meşguldu acaba? beyaz yatagımızda tavanı izlerken çocukluğundaki gibi yüzeyin tavan olduğunu mu düşünüyordu? kirişlerin aşılması gereken engeller olduğunu mu? Pişman mıydı acaba hayattan kendimizi koparıp buraya geldiğimiz için? Aşılması gereken bir engel miydim ben de  onun hayatında? Sorumluluklarından benim için sıyrıldığı için suçlu hissediyor muydu ki kendini? O hep düşünceliydi çünkü bu konuda. Hep bi sorumluluk sahibi havası vardı onun karakterinde. Mükemmel bir aile babası olacaktı mesela o.
  Burada daha ne kadar kalacağımızı mı düşünüyordu yoksa? Sıkılmış mıydı? Özlediği insanlar mı vardı? Oturmayı sevdiği o şömineli barı mı özlemişti yoksa? Orada ruhunu dinlendirmeyi özlemiş olabilirdi. Peki ya ben neden hep böyle onu buraya hapsetmiş bir hakime gibi hissediyordum? Bitmek bilmeyen düşüncelerim yüzünden mi? Her şeyin karanlık tarafını görürdüm ben hep. Onun bilinç altında yatan ama daha su üstüne çıkmamış düşüncelerini düşünür dururdum. Bu muydu gerçekten sebep? Yoksa o muydu beni katı bir hakime gibi hissettiren?

Birden o sıcacık tenini hissettim vücudumun her noktasında. Elini alıp sol göğüsüme koydum her zaman yaptığım gibi. Az önce düşündüklerim yüzünden kendimi suçlu hissediyordum o bendeyken. Gereksizce düşünüyordum sanki. O da benimleyken mutluydu işte. Tek bir cümlesi yetmişti.


''Plaklarımızı getirmeliydik buraya. Sonsuza kadar susmamalıydılar.''

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder